TÜRK- İSLÂM KÜLTÜRÜNDE ZIRH
Savaşlarda askerleri ve atlarını kılıç ve ok darbelerinden korumak amacıyla kullanılan zırh, Osmanlı kaynaklarında birden fazla isimle anılmaktadır.
Zırh; en bilinen adı olmakla birlikte "Cebe" ve "Cevşen" isimleri de zırh kelimesini karşılamak için kullanılmıştır. Cebe kelimesi sonradan bütün silahların genel adı olarak kullanılsa da ilk başlarda zırh kelimesini karşılamak için kullanılmıştır.
Osmanlıda zırhlar ve silahlar "Cebehâne" denilen atölyelerde üretilirdi. Zırhlı askerlere "cebelü" denirdi. Günümüzde halen semt ismi olarak kullanılan "Cebeci" kelimesi kaynağını bu cebehânelerden almaktadır. Cevşen kelimesi ise kaynağını İslâm'dan alır ki "zırhlı savaş elbisesi" anlamına gelir.
Türkler tarih boyunca çeşitli zırhlar kullanmışlar ve bu konuda birçok toplumu da etkilemişlerdir. Ağır metaller ve demirler kullanılarak üretilen zırhlarıyla hantallaşan ve hareket kabiliyeti düşen ordular karşısında üstünlük sağlamışlardır.
Zırhların en eski ve ilkel örnekleri yine Türkler tarafından verilmiştir. Asya ve Avrupa'nın çeşitli bölgelerinde yapılan kazılarda Türklere ait birçok zırh örneği çıkarılmıştır.
Zırhın ana malzemeleri; metal, demir, deri ve pirinç gibi malzemelerdir. Hükümdarlar, paşalar ve bazı rütbeli kişiler için özel zırhlar da üretilmiştir. Bu zırhlar diğerlerinden farklı olarak altın, gümüş gibi madenlerle süslenmiş ve rütbeyi belli edecek bazı alametler hem zırha hem de miğfere işlenmiştir.
Zırhlar ihtişamlı görünümleriyle bir zenginlik ve güç simgesi olarak da kullanılmıştır.
IV. Murad, Bağdat seferi hazırlıklarını yaparken sultanın otağının sağ yanında gözü pek, tepeden tırnağa demir zırhlar içinde ve yayları ellerinde birkaç yüz okçu, sol yanında yine aynı durumda tüfenkçiler duruyordu. Bu sefere Rumeli Beylerbeyi “gök demir”e bürünmüş, ak ve kızıl bayraklarla donatılmış alayı ile katılmıştı.
Evliya Çelebi de zırhlı askerlerle ilgili olarak “gök demire bürünmüş” ifadesini sıkça kullanmıştır.
Bir başka örnek ise Melek Ahmed Paşa'nın alayının Van Kalesi’nden ayrılışında düzenlenen töreni tasvir ederken de sadece gözleri görünen heybetli muhafızların gök rengi demire bürünmüş, potluklu, derbendî toğulgalı, zırh külahlı, serpenahlı ve kaz göğüslü demir (göğüs zırhı) zırh giydiklerini belirtmiştir. Aynı alayın içinde diğerlerinden daha gösterişli teçhiz edilmiş elli adet alay çavuşu vardı, bunlar da sırma kakmalı zırhlar giymişlerdi.
Cevşenü'l-Kebîr ve Zırh
Cevşenü'l-Kebîr duası İslâm toplumlarının büyük kısmında itibar gören ve hikmetine inanılan bir duadır.
Rivayetlerin doğruluğu konusunda farklı görüşler olsa da "Duadan zarar gelmez." hükmüne binaen Cevşen duası; İslâm toplumu arasında kabul görmüş ve yaygınlaşmıştır.
Bu dua Osmanlılar için de büyük bir manevi anlama sahipti ve maddi zırh ile manevi zırhı bir bütün haline getirmişti. Yani hem fiilî hem de kavlî dua. Asker; maddi zırhıyla baştan ayağa kuşanırken bir yandan da "O, zırhtan daha büyüktür, seni daha fazla korur." hükmünü ruhuna kuşanmıştır.
Böylece bedenini de ruhunu da muhafaza altına almıştır.
Belki de üzerine kuşandığı zırhından ziyade Allah'ın inayetine güvenmektedir.
Mehmet Âkif Ersoy, İstiklal Marşı’mızın dizelerinde:
"Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var."
derken de buna işaret etmiyor mu?
Düşman teknik olarak ne kadar üstün olursa olsun, iman dolu bir yürek karşısında ne yapabilir ki?
İşte zırh ve cevşen bizim kültürümüzde böyle bir anlayışın eseri olarak yer edinmiş ve edinmeye devam etmektedir.
Bugün NAKKAŞ’ ın ellerinde vücut bulan bu ZIRH BOYTU aslında o kadar gerçek ki...
Size de Alparslan'ı, Fatih'i, Selahaddin'i ve daha nice ZIRH’ lı bedeni ve yüreği hatırlatmıyor mu?
"Ey şanlı ordu! Ey şanlı asker!" hitabının muhatabı şu zırhına bürünmüş asker değil midir?
Üzerinde idame-i hayat ettiğimiz toprakları o ve onun gibi binlercesine borçlu değil miyiz?
Belki yüreğimize iman gibi yapışmış vatan sevgisi de onların hatırasıdır.
Bazen küçücük bir taş parçası tam unuttuk zannederken dile gelir,
Ve o hatıraları bize getirir…
İşte tüm ihtişamıyla o hatıra…
İşte tüm ihtişamıyla o hatırayı işledik.
Bu hatıra unutulası değil,
Vazgeçilesi değil diye işledik.
Tıpkı vatan gibi,
Ana gibi,
Yâr gibi...